Derviş Zaim’in son filmi Rüya, 23. Uluslararası Adana Film Festivali’yle izleyicinin karşısına çıktı. Hâlihazırda Tabutta Rövaşata’dan (1996) bu yana film üretimine, biçemine, içeriğine ve estetiğine dair sürekli bir arayış içinde olan yönetmen, Rüya’yla birlikte bu arayışına yeni bağlamlar eklemiş görünüyor: Derviş Zaim’in bu arayış(lar)ının bir gün nihayete ereceğini ya da bir varışa ulaşacağını hiç zannetmiyorum; bundan eminim hatta. Yönetmenin sinemasını çözümlemeye dair uzun süreli çabama dayanarak [1], kendisinin bir varıştan ziyade yolculuk deneyimiyle ilgilendiğini söyleyebilirim. Yaratıcılığının kökeni olan bu yolculuk deneyimi nedeniyle de nihai varış noktasını her defasında ertelediğini ve bu noktayla arasına giderek açtığı bir mesafe koyduğunu da… Ama şunu da eklemem gerekir ki, bir sonraki filmle birlikte farklı yönlere doğru dağılacak olsalar dahi şu an için Rüya, yönetmenin izleklerinin birleştiği bir noktayı da oluşturmuş görünüyor. Yönetmenin önceki iki filmi Devir (2012) ve Balık (2014) gibi, Rüya da kapitalist tahakküm ilişkileri altında ezilen özne ve mekânı ele alıyor. Yalnız, Devir ve Balık’tan farklı olarak Rüya, diğer temalarla birlikte insan ve doğa ilişkisini bu kez kentsel mekânda, merkez ve çeperiyle birlikte İstanbul’da irdelemekte. Film, bu yönüyle kavramsal bakımdan Devir ve Balık’a eklemlenerek bir Doğa Üçlemesi’ni oluştururken biçemini belirleyen mimari sanatı nedeniyle de Cenneti Beklerken (2007), Nokta (2008) ve Gölgeler ve Suretler’den (2011) ibaret Geleneksel Sanatlar Üçlemesi’ne eklemlenmektedir. Dolayısıyla Rüya, yönetmenin Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a göndermede bulunarak imtidad –sürekli bir değişim içinde akıp dururken aslını/baki kalanı muhafaza etmek– kavramsallaştırmasıyla ifade ettiği gibi [2], bütün filmografisini ve sinematografisini bağlayan ama aynı zamanda olağanüstü yenilikler de içeren bir öğe olageliyor. Derviş Zaim’in sineması bir yandan değişerek devam ederken diğer yandan devam ederken de değişiyor.
Rüya, Derviş Zaim’in mekân merkezli sinema yaklaşımının tipik bir örneği: Yönetmenin sinemasında mekân, sinemasal devinimin ilerlediği bir sahne ya da anlatının platformu olmaktan çıkıp sinemasal anlam üretiminin çok daha önemli bir öğesi, hatta zaman zaman filmin göstereni haline gelmektedir. Yönetmen, mekânla doğrudan bağlantılı kavramsallaştırmalarla, sinemasal mekânları yeni bir gerçekliği ortaya koyacak biçimde düzenlenmekte ve hatta mekâna dair yeni bir bakma biçimini ortaya koymaktadır. Mekân, sinema sanatıyla dolayımlandığında, ekonomik, politik, kültürel, toplumsal, ideolojik ve benzeri anlam yüklerini de içermeye başlar; Derviş Zaim sinemasının her bir filminde bunun örnekleri görülür. Dahası bütün bunlar, filmlerin üretim, dağıtım, gösterim ve tüketim biçimine dair önermelerle bir araya gelerek mekânın belirleyici olduğu bir biçemin ilkelerini oluşturmaktadır. Film, öncelikle mekâna göre senaryo yazılmasının ya da bir senaryo taslağının mekâna göre biçimlendirilmesinin önemli örneklerinden biridir. 2011 yılının Mayıs ayında temelleri atılan Sancaklar Camisi yükselmeye başladığında, yapı hakkında Londra’da gerçekleştirilecek bir gösterim için Derviş Zaim’in mekânı görmesi istenir. Hâlihazırda mimariyle ilgili bir film gerçekleştirmek isteyen –ancak henüz belirli bir senaryosu da olmayan– yönetmen, 2013 yılının Mart ayında yapıyı görür görmez bir senaryo çalışmasına dahi girişmeden filme almaya karar verir. Her ne olursa olsun, henüz inşaat halindeki yapıyı filme almaya kararlıdır Derviş Zaim. Yapı tamamlanmak üzeredir ve kaybedilecek zamanı yoktur. Daha önce Cenneti Beklerken ve Nokta filmlerinde yer alan oyuncu Mehmet Ali Nuroğlu’nun katılımıyla ilk çekimler gerçekleştirilir. 2014 yılının Ocak ayında cami ibadete açıldıktan sonra da çekimler devam eder; hatta filmin bir planında, 10 Ağustos 2014 tarihinde yapılan Türkiye Cumhurbaşkanlığı Seçimine katılan adaylardan birinin tanıtım posteri görülmektedir. Neredeyse üç yılı bulan üretim süreci boyunca da senaryo yazılmaya devam edilir [3]. Mekâna bağlı olarak senaryonun yazılmasının, senaryo üretimiyle film üretiminin iç içe geçmesinin sıra dışı bir örneğidir film: Henüz ortada senaryo bile yokken, sadece bir mekân ve film yapma düşüncesiyle üretime başlanmıştır.
Sancaklar Camisi bir rüya mekânıdır ve aslında rüya mekânları Derviş Zaim filmografisinin tekrarlayan temalarındandır: Tabutta Rövaşata’nın ana mekânlarından biri olan kahvehane Mahsun’un (Ahmet Uğurlu) platonik aşkı eroinman kadının (Ayşen Aydemir) rüya mekânıdır; bu genç kadın hemen tüm gününü kahvehanede geçirir, kahvehanenin tuvaletinde eroin kullanıp Boğaz’a bakan geniş pencerelerinin önünde gündüz düşlerine dalar. Kurguda, ardı ardına eklenen planlarla, kahvehanenin içinden Boğaz’dan geçip giden gemileri, kahvehanenin dışından ona yönelmiş kameradansa gemilerin peşi sıra hülyalara dalan kadını izleriz. Tuhaftır: Bu rüya mekânı şairane sembolleri barındırmasına karşın asla gerçeküstü değildir. Oysa Gölgeler ve Suretler’de Ruhsar’ın rüyasına –daha doğrusu kâbusuna– platform oluşturan mekân gerçeküstü öğelerle de yüklüdür. Karagöz perdesinden hayata sızan bir gölge Ruhsar’ın (Hazar Ergüçlü) karabasanı olur adeta; haykırarak uyanır ve rüya gördüğünü anlayarak bir nebze olsun rahatlar ve tekrar uykuya dalar. Tam da kâbusun sona erdiğini düşündüğümüz bu anda bir gölgenin, odanın duvarları üzerinde kayarak hareket etmesiyle ürpeririz. Rüya mekânı sembollerin yanı sıra gerçeküstü öğelerle de örülmüştür artık. Devir’de rüya mekânı karakteristik bir biçimde sembollere, gerçekliğe ve gerçeküstüne platform oluşturur artık. Filmin açılış sekansında, Ramazan Çoban’ın (Ramazan Bayar) rüyasında tamamı karla kaplanmış, yayladan iniş ritüelinde kullanılan kırmızı kayanın kısmen göründüğü bir arazide, boynuzları alınmış ve yerine tahtadan boynuzlar koyulmuş bir geyik imgesiyle karşılaşırız. Kırmızı taşın bulunduğu araziyi kapatan maden şirketinde çalışan mühendislerden birinin, nedensiz bir haz için öldürdüğü ve boynuzlarını aldığı geyiktir bu. Rüya mekânı hem bu gerçeküstü varlığa hem de gerçek bir tehdide platform sağlar; gerçeği ve gerçeküstünü aynı zamanda ve mekânda buluşturur.
Bu bağlamda Rüya, sadece adıyla değil, kavramsal arka alanı, öyküsü, teması, sinemasal mekânı, zamanı ve devinimiyle topyekûn rüya mekânlarını imlemektedir. Yoğun semboller ve eğretilemelerle örülmüştür film: Bir yandan Mimar Sinan’a diğer yandan bizatihi sinema sanatının kendisine –öyle ya, sinema zaten rüya görmek değil midir?– göndermede bulunun bir ada sahip başkarakter Sine (Gizem Akman, Gizem Erdem, Dilşat Bozyiğit ve Ebru Helvacıoğlu) amcasının (Murat Karasu) mimarlık ofisinde çalışan, idealleriyle kapitalist düzenin dayatmaları arasında sıkışıp kalmış bir mimardır. Doğayla uyumlu, mekânı bozmayan, örneğin tıpkı tepenin eğimi gibi konumlanan konutlar tasarlamak ve inşa etmek ister Sine. Oysa çalıştığı Mandala Mimarlık, İstanbul’un çeperlerinde orta–alt sınıftan insanlar için toplu konutlar inşa etmektedir; üstelik bu konutlar bırakın doğayla uyumu, doğaya karşı, onunla çatışarak inşa edilmektedir. Bu konutlarda yaşayan ve Sine’yi tanıyan Yaren (Mehmet Ali Nuroğlu) kendisinden bir cami tasarlamasını ister. Sine, teamüllere hiç uymayan, geleneksel cami anlayışını ve kavrayışını alt–üst eden bir cami tasarlar. Ashâb-ı Kehf ya da Yedi Uyurlar efsanesinin mekânı mağaradan esinlenen bir camidir bu: Mutlak rüya mekânı. Tıpkı efsanede olduğu gibi, gerçekliğin getirdiği felaketlerden kaçan Yaren ve arkadaşları –dere yatağına inşa edilen evleri bir selle birlikte yıkılıp gitmiştir– bu camiye/mağaraya sığınır ve uykuya dalarlar. Bu sırada, paralel evren(ler)de devinen Sine(ler) zaman zaman rüya mekânına dâhil olarak Yaren ve arkadaşlarını uyandırır ve biz, tıpkı bir rüyada olduğu gibi başka bir evrene, başka bir devinime, başka bir öyküye sıçrarız. İnsanın özgürleşmesini irdeleyen, insanın kendi geleceğini kurma kapasitesinin altını çizmeye çalışan film, bir rüya gibi devinir adeta. Örneğin mekânını asla tam olarak kavramak mümkün değildir; nerede olduğumuzdan her an için şüphe ederiz. Kâh bir mağaraya benzer, kâh bir camiye. Bu mekânı bir topografyaya oturtmak da pek mümkün değildir: Oraya nasıl gelindiğini, nerede konumlandığını bilemeyiz. Bir anda orada buluruz kendimizi. Karakterler de bir rüyanın içinden kopup gelmiş gibidir: Dört farklı oyuncunun canlandırdığı Sine karakteri, her yeni devinimle birlikte farklı farklı biçimlere bürünür. Ama onun Sine olduğundan asla kuşku duyulmaz; farklılık sadece fizikî de değildir oysa. Her yeni zaman dilimiyle birlikte Sine’nin kişiliği de ayan beyan değişmekte, dönüşmektedir. Mekân onu dönüştürmektedir. Tıpkı sinemanın kendisi gibi, asla bitmesini istemediğimiz bir rüyanın ya da tersine, kurtulmak isteyip de asla kurtulamadığımız bir kâbusun içinde buluruz kendimizi. Ve tıpkı bir rüyada olduğu gibi, kontrol edemediğimiz bir evrendir bu. Kimin rüyasının içinde olduğumuzu; ilk kimin rüya gördüğünü asla bilemeyiz. Ya da kimin kâbusunu yaşadığımızı. Öyle ya, bugünün kentlerini birer kâbus mekânına dönüştüren hemen her şeyin karşılığı da yine filmde mevcuttur: Kentin çeper mahallelerine, dere yataklarına orta–alt sınıflar için inşa edilen toplu konutlar; mekânın paylaşımı sürecine dâhil olan bürokratlar; ihale alabilmek için rüşvet vermekten hiç çekinmeyen müteahhitler; tüm bu düzenin kusursuzca işlemesini sağlayan politikacılar; yerel yöneticiler; hukukçular…
Kavramsal arka alanında Ashâb-ı Kehf – Yedi Uyurlar efsanesinin bulunduğu Rüya, efsanenin anlatısında denk bir biçimde hiç uyanmayacakmışçasına uykuya dalan karakterleri tanıtır bize. Uyku deneyiminin ölüm deneyimine yakın olduğunu ifade eder Derviş Zaim; bu nedenle Rüya’nın da diğer filmlerinde olduğu gibi, bir ölüm deneyimini sunduğunu belirtir. Evet, uyuma deneyiminin yaşandığı sinemasal mekân, aynı zamanda mağarayı da imleyen kutsal bir mekândır; tam da bu yönüyle ölüme, ölmeye, yeniden doğmaya, başka bir biçimde doğmaya dair bir dizi öneri sunar bize. Mekân, kutsiyetini sadece bir ibadethane olduğu için taşıyor değildir; aynı zamanda bir yaşam döngüsünün de başlangıç noktasıdır. Üstelik bu ölüm deneyimi –ancak bir mağaranın sunabileceği gibi– bir tefekkür deneyimine de dönüşür. Uyku ölümün bir biçimidir, ölüm ise tefekkürü imleyen bir olgu… Rüya’nın Sine’si her yeni hayat devinimiyle birlikte bu ölüm mekânına uğrar ve uyuyanları uyandırarak, onlara dünyevî olanı anımsatır. Yeniden ölene kadar, bedbaht hayatına geri döner her biri…
Derviş Zaim için sinema sanatının hazla ilişkisi tefekkür aracılığıyla mümkün olmaktadır; özne tefekküre sinemasal imgeler aracılığıyla dalar. Sinemasal mekânlar için bu önerme geçerlidir: İzleyicinin sinemasal mekânları geçmişe dair bir özlemin nesnesi ya da gidip–görmek için arzu duyulan yerler olarak deneyimlemesi yerine sinemasal mekânlar aracılığıyla tefekküre dalması beklenir. İzleyici, mekânın dünü, bugünü ve yarını üzerine düşünürken ontolojik bir soruşturmayı da açar. Bu, gerçeğe –gerçekliğe– dair olduğu kadar hakikate dair de bir soruşturmadır. Derviş Zaim filmografisindeki karakterler de mekânla böylesine bir tefekkür ilişkisi kurarlar. Tabutta Rövaşata’da Mahsun’u defaten yalnız başına düşüncelere dalmış olarak görürüz; platonik aşkı eroinman genç kadını da… Aklından, puslar içindeki Boğaz’dan birbiri ardına geçip giden gemilerle birlikte kim bilir neler gelip geçer. Filler ve Çimen’in (2001) Havva’sı da (Sanem Çelik) keza bir başına düşüncelere dalar – hayaller kurar. Çamur’da (2003) Ali (Mustafa Uğurlu) mekânla yalnızlığını paylaşır; kuyuda geçirdiği onca zaman, fizikî sağaltım için olduğu kadar ruhanî sağaltımı için de önemlidir. Nokta’da Ahmet’in (Mehmet Ali Nuroğlu) çilesinin kaynağı, geçmişte işlediği suçun azabı olduğu kadar tefekkürdür de. Tuz Gölü’ndeki noktanın yeriyle imlenen soruşturma, tefekkürün merkezindedir. Yine bu filmde, evinden kaçan ve Tuz Gölü’nün sonsuzluğunda kaybolan meczubu, bir ölmeden önce ölme deneyimi içinde, tefekküre dalmış olarak görürüz: O da noktanın peşindedir. Cenneti Beklerken’de Eflatun (Serhat Tutumluer), oğlunun ölümünün karşısında biçaredir; Anadolu’da çıktığı yolculuk –bakmayın gönülsüz olduğuna– aslında mekânda kat edilen bir izlekten ziyade tefekkürde alınan mesafe değil midir? Gölgeler ve Suretler’de Çamur’dan sonra yeniden mağara deneyimine tanıklık ederiz; sahih ve sahte üzerine, hakikate dair bir tefekküre davet eder bu sekans bizi. Devir ve Balık’taysa sıradan/ortalama insanların karşı karşıya kaldığı sorunları ve buna dair tefekkürlerini izleriz. Mekân, bu insanlar için arzularını tatmin edebilecekleri bir mecra değil, bilakis sorunlarının kaynağıdır.
Mağaralar ya da mağarayı imleyen sinemasal mekânlar, Derviş Zaim’in her filminde karşımıza çıkar: Filler ve Çimen’de mafyanın işlediği cinayeti üstlenecek Hızır Veli ve İlyas doğal bir kovukta değil ama Yenikapı surlarına açılmış olan bir oyukta bulunurlar kimi zaman. Çamur’da Ali tüm vaktini bir sağaltım arayışıyla mağara benzeri kuyuda geçirir –kaybettiği sesine de mağarada kavuşur–. Cenneti Beklerken’de, filmin neredeyse tüm gerilimi mağaralarda, kovuklarda ve bir mağara gibi imlenen kervansaraylarda yaşanır; yarı yıkılmış kervansaraylar doğrudan mağaraları işaret eder. Gölgeler ve Suretler’de, Karagözcü Salih (Erol Refikoğlu) ve kızı Ruhsar’ın kaderleri bir kovukta çizilir; kaldı ki aynı filmin hemen açılış sekansında, Kıbrıs’ı Küşteri Meydanı’nda anakaraya birleşmiş bir mağaraymış gibi görürüz. Rüya’nın mekânı olan cami aynı zamanda efsanevî mağarayı da imlemektedir. Üstelik sadece bu filmlerle ya da bu mekânlarla sınırlı da değildir bu durum: Derviş Zaim, her bir filmdeki karakterin mutlaka mağara benzeri bir mekânı deneyimlediğini, örneğin Tabutta Rövaşata’da Mahsun Süpertitiz’in deneyimlediği Rumeli Hisarı’nın bir mağara olarak düşünülebileceğini ifade etmektedir. Gizemli yerler olarak mağaralar, insanların inzivaya çekildikleri, ruhanî deneyimlerin yaşandığı, kutsal mekânlardır. Mağaralar, insanların kaçtıkları, sığındıkları, tefekküre daldıkları, iyileşmek istedikleri, yaralarını yaladıkları yerlerdir. Bu bağlamda mekân ve arzu, ancak sağaltımla anlam kazanır. Rüyalar ütopyaları hayata geçirmenin mekânıdır: Rüya’da Sine’nin dönüp dolaşıp geldiği mekân olan cami, ütopyasını gerçekleştirme arzusunun mekânıdır. Sine, annesinden hatıra kalan ve yedi kat göğü gösteren kolyesini caminin yapılacağı yeri tespit etmek için gezindikleri arazide kaybeder. Kolye, annesiyle kendisi arasındaki bağ, Lacanyan bir okumayla annesine yönelmiş arzusunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Sine, kaybın derin üzüntüsü içinde işine döner ve camiyi tasarlar; caminin içine ilk girdiğimiz sahnede kamera yukarıya yönelir ve caminin tavanının Sine’nin kaybettiği kolyesinin biçiminde inşa edildiğini görürüz. Sine’nin arzu nesnesi olan kolye, mekâna dönüşmüştür artık. Nitekim ilerleyen sekansta Sine, kaybettiği kolyesini de yine aynı mekânda bulacaktır; mekân bir biçimde onun arzusunu tatmin edecektir. Ütopyayla birlikte sağaltım da gerçekleşmiş olur. Mekân, mağara, tefekkür, rüya, arzu, haz ve özne iç içe geçer… Öznenin mekânla arzu bağlamında kurduğu olağanüstü bir ilişkiyi içerir Rüya: Sancaklar Camisi, Sine’nin ütopyasını gerçekleştirme arzusunun mekânı; annesine yönelmiş arzusunun ete kemiğe bürünmüş halidir.
“Bir gösteriyi seyredip de dünyayı kavramaya, entelektüel olarak kavrayıp da eylem kararı almaya geçmeyiz. Duyumsanabilir dünyadan, başka hoşgörüler ve hoşgörüsüzlükler, başka kabiliyetler ve kabiliyetsizlikler tanımlayan başka bir duyumsanabilir dünyaya geçeriz,” diyor Jacques Rancière. İzleyicinin edilgenliğini sorgulayıp sorgulamadığı şüpheli bir önerme. Bir yandan katı bir gerçekçilik ile sanatın en azından eyleme yönelik dönüştürücü gücünü reddeder, bu açıdan da izleyicinin sanat eseri ve içerdiği güdüleyici mesajın karşısındaki edilgen konumunu kabul etmezken, diğer yandan önermenin bir koşulu olarak izleyiciyi yeniden edilgen konuma indirger; ikirciklidir. Sanat ve izleyici arasındaki ilişkide, genel geçer bir kanı olarak görülebilecek, sanatın dönüştürücü gücünün hakkını veren ve ancak bu dönüştürücü gücün duyumsanabilir öznel alanda kaldığını da kabul eden bir önerme. Oysa sanat eseri karşısında ne kadar tekillik varsa o kadar da ihtimâl vardır: Diyelim ki bu ilk önermeyi, yani sanatın diğer bir duyumsanabilir alana geçmeyi sağlayacak anahtar olduğu önermesini kabul ettik; pekiyi, hangi izleyicinin hangi duyumsanabilir alana geçeceğini nasıl bilebiliriz? Derviş Zaim, Rüya ile tüm bu önermelere karşın sanatçının mutlak belirleyici olduğu bir durumu işaret ediyor bize. Yönetmen, filmde bir ressamın eserini, Hans Holbein’ın (1497–1543) Elçiler (1533) adlı tablosunu özne, bakış, sanat eseri ve sanatçının konumu bağlamlarında olağanüstü bir eğretileme için kullanmaktadır. Holbein’in tablosunun alt merkezinde, sadece belli bir açıdan bakıldığında kusursuz olarak görülebilen, çarpıtılmış bir kurukafa yer almaktadır. Ressamın muhtemelen, biz fanilere ölümü anımsatmak –memento mori– için tablosuna yerleştirdiği bu kurukafa, bakış ve mekân ilişkisine dair iki karşıt önermeyi –dışsal bakış, fizikî mekân ve tek kaçış noktalı perspektifle temsile karşı içsel bakış, deneyimlenmiş mekân ve çok kaçış noktalı perspektifle ya da perspektif dışı temsil edilen mekân– alt–üst eder biçimde sanatçının konumunu da anımsatır bize. Burada özne, sanatçının yerini ve yolunu çizdiği bakışa tabidir artık: İzleyici, ancak ve ancak onun istediği noktadan ve istediği yöne doğru baktığında kurukafayı görebilecektir. Derviş Zaim, Rüya’da da bu ilkeyi hayata geçirmeyi denediğini ve izleyiciyi belli bir bakışa zorladığını ifade etmektedir; izleyici artık yönetmene tabidir. Buna karşın, sinemasal evrende merkezinde yönetmenin durduğu bir küllî iradeye rağmen izleyicinin cüzi iradesi yok mu? Bence olmalı…